Bu Ülkede Barışı İsteyen Var mıdır?

M.Nazım Güler / [email protected]

Amacımız, demokratik açılım ise, niyetimiz demokratik yollardan çözüm ise; diyalog sürecini hemen başlatmak ve silah dilini ortadan kaldırarak, yerine barışın dilini ikame etmek gerekiyor. Var olan Kürt sorunu, hepimizin sorunu haline gelmişse; bilinmelidir ki, her kesime ve herkese görev düşüyor bu konuda. Yoksa bu ateş, hepimizi yakacak güçtedir.

Dağdaki silahlı PKK güçleri, dağdan güvenli bir şekilde indirilmeden Kürt sorunu, kalıcı olarak nasıl çözülebilecektir ki?. Dağdakilerin düze inebilmesi için de; öncelikle, onlar, düz ovaya geldiklerinde kendilerini güvenlik içinde bulmaları ve böyle bir uygun ortamın hazır olduğunu görmeleri lazımdır. Uğruna dağa çıktıkları tüm sorunların, artık demokratik yollarla çözülebileceğine inanmaları gerekmektedir. Herkesin, her siyasi konuyu konuşabileceği ve bu uğurda örgütlenebileceği bir demokratik ortam sağlanmalı ve acilen buna uygun bir anayasa hazırlanmalıdır.

Örneğin, Hatip Dicle şahsında, Blok üyelerinin gelip mecliste yemin etmelerinin yolu neden açılmıyor? Neden hala onların, mecliste doğru ve yalansız bir yemin edebilmeleri için, uygun bir yemin metni düzenlenmiyor? Yemin metninin yenilenmesi, çağa ve toplumsal gerçekliğimize uygun hale getirilmesi gerekmiyor mu? Neden, kafaları değiştirmeden, ortamı hazırlamadan, dağdakilere ve karşıdakilere güven vermeden; onlara, “niçin gelmiyorsunuz?” gibi saçma bir politika sürdürülmeğe hala devam ediliyor? Böyle bir vaziyette ciddiyet veya iyi niyet olabilir mi? Olamaz.

Sivil KCK’ lileri, DTP ve BDP’ li sivil politikacıları tutuklamakla, dağdaki silahlı güçlere hangi mantıkla çağrı yapabilirsiniz ki; çağrı yaparsanız, nasıl inandırıcı olabilirsiniz?!. Silahı bırakın, diyorsanız, gel demokratik bir ortamda özgürce siyasetini yapabilirsin, seçeneğini otomatikman teklif etmiş olmuyor musunuz? Eğer, mevcut siyaset yapanları hapse tıkarsanız, dağdakiler, sizin çağrınıza nasıl inanabilsinler ki veya duruşunuz bu olursa niçin size uysunlar?

Dağa çıkmış gençlerden kimilerinin ayrı hikâyeleri olabilir; ancak, ekseriyeti, kendilerini, kimliklerini özgürce ifade edemedikleri için, demokratik bir ortamdan yoksun oldukları için, konuştuklarında baskılara maruz kaldıkları için, hapishane gitmektense dağa çıkmayı tercih ettiler. Onlara, tek yol olarak, sadece dağ yolunu açık bıraktılar. 12 Eylül vahşetinden söz etmeğe gerek var mı artık; olanlardan bir anlam çıkaramamış olanlar varsa, insanlıkla bağını koparmış demektir. Google’ den 12 Eylül Darbesi yazanlar, binlerce ayrı linkte bu konuda her türlü bilgiye ulaşabilirler artık. Neyse yani.

Eğer, açılımı durdurmuşsanız, demokrasiyi tatile çıkarmışsanız; peki, derdiniz nedir o zaman? Amacınız, silahların susması değil midir yoksa? Masum Türk ve Kürt çocuklarının, kirli bir savaşta heba edilmesine gönlünüz hala razı mıdır yoksa? Onlara acımıyor ve hala onların masum bedenleri üzerinde savaş tamtamlarını çalmaya devam mı edeceksiniz? Siz her iki taraf, bu gencecik insanlarımızın, geleceğimiz olması gereken bu değerlerimizin naşı üzerinde hala yalancı “şehit” edebiyatını yapıp, timsah gözyaşlarını mı dökeceksiniz? Kardeş kurşunuyla ölenlerin “şehit” olabileceğini hangi (imansız) imam söyleyebilir ki?

Bu gaflet ve dalalet, taa, Camel Vakası (Deve Olayı) ndan beri vardı; Hz. Ayşe (r.a) taraflarını yenen Hz. Ali (r.a) taraftarları, Hz. Ali (r.a)’ye gelip, ganimetlerin nasıl paylaşılacağını sorarlar. Onlar ki, hepsi de sahabeydiler ve Hz. Muhammed (s.a.v.) deyimiyle, İslam Dininin gökteki yıldızlarıydılar. Allah’ın Aslanı, Resulüllah (s.a.v.)’ın damadı ve Ehl-i Beytinin biricik kaynağı ve “Ben, ilmin şehriysem, Ali, onun kapsıdır” dediği o büyük zatın derin ilmi ve öngörüsü olmasaydı, bütün sahabeler acı bir gafletin ve tehlikeli bir dalaletin içine düşmek üzereydiler. Bir felaketin kapısı aralanmak üzereydi. Hz. Ali, hepsinin yüzüne bakıp; “Ne ganimeti?! Peki, Ayşe anamız kimin payına düşecek?!” diye hiddetlendi. Peygamber hanımları, ümmetin anneleri sayılırdı ve onlarla evlenilemezdi. Kaldı ki, nasıl savaş ganimeti cariye olabilsinlerdi. Tüm sahabelerin beyni zonkladı, kafalarına balyoz yemiş gibi sarsıldılar; hemen kendilerine geldiler. “Müslüman’ın malı, Müslüman’a ganimet olamaz?!”, diye seslendi Hz. Ali (r.a) yoldaşlarına. Tüm sahabe, tövbe istiğfar çektiler; uçurumun sınırından dönmüşlerdi. İslam’da bir felaketin yolunu açmak üzereydiler. Yoksa ganimet için İslam kıtali başlayabilirdi…

Ancak, bu gaflet ve dalalet, hala İslam âleminin içinden sökülüp atılamamış görünüyor. Müslüman kardeşinin kurşunuyla katledilenlere “Şehit” diyenler ve özellikle imamlar, tövbe istiğfarın da yolunu biliyorlar mı acaba? Bazı imamlar (sanki askerin göbeklerini kendileri kesmiş gibi); ama, teröristler inançsızdırlar, komünisttirler, vb. bahanelerin arkasına sığınıp toplumu bilgi kirliliğine boğmasınlar ve kendi cehaletlerine fetva uydurmasınlar. Her iki tarafın taziyelerine gidiyoruz ve onların aileleriyle birlikte onlara sayısız Fatiha okuyoruz. Her iki tarafın, telkinleri okunuyor, mevlitleri veriliyor.. Her iki tarafın cenazeleri de İslam kurallarına uygun gömülüyor. “Terörist” dediklerinin taziyeleri ise, günlerce sürüyor ve ruhlarına sayısız Fatihalar okunuyor.

Geçen yıllarda, ana-babası bir kardeşler, her biri, ayrı tarafta ve aynı çatışmada öldüler. Hangisi “şehit” sayılacaktı peki? Hatta o olay, bu bir kardeş kavgasıdır, diye meclise taşındığında, işgüzar ırkçı bir vekil, karşı çıkıp, asker ve teröristi aynı kefeye koyamazsınız, onlara “kardeş” diyemezsiniz, deyip karşı çıktı. Oysa, iki gencin anne ve babaları birdi ve öz kardeştiler; biri “terörist”, diğeri “Mehmetçik”. Bu konuda diyanet de imamlar da sessiz kaldılar; (derin) devletin emrinde bir hiç memur gibi davrandılar. Her iki tarafın imamı, kendi tarafının ölülerine “şehit” demeğe devam ettiler ve bu kirli savaşın, kurtsal bir savaşmış gibi sürdürülmesine ve uzamasına katkı sundular. Ateşe körükle gittiler. Dinle değil, kinle konuştular. İslam bu mu? Barış ve selamet dinimiz bu mudur?

Artık, herkesin kafası, yukarıdaki örnekte olduğu gibi Hz. Ali (r.a.) balyozuyla sarsılmalıdır; vicdanlarından, insani ve rahmani ses gelmelidir. Bu kardeş kavgasına, dur denmelidir; bu kirli savaşa hayır denmelidir. Çözüm, hemen şimdi istenmelidir ve ertelenmemelidir. Bu topraklar, hepimizindir ve hepimize yeterlidir. Yazıktır heba edilen değerlerimize; bu gençlerimiz, umudumuz ve geleceğimiz olarak değerlendirilmelidir. Onları, böyle kolayca ve “şehit”lik teşvikiyle hoyratça harcamaya vicdanımız el vermemelidir. Onların beyinleri, kültürümüze zenginlik; emekleri, üretime katkı sunmalıdır. Onların hepsi ana kuzuları ve bize lazımdır.

Artık, devasa buz dağı Aysbeg gibi duran Ergenekon davasının sadece ucunu gördük; daha derinini görmeğe ihtiyacımız da yoktur gerçekleri anlamak için; her şey apaçık ortadadır. Bundan sonra, ordunun bütün operasyonları gereksiz olduğu gibi, asla bu ülkenin hayrına değildir. PKK’nin de hiçbir eylemi Kürt davasına ve halkına hizmet etmiş olmayacaktır. Artık bu savaş, sapına kadar kirlidir ve asla yerli değildir. Ne zaman ki, bir doğru adım atılacak gibi olsa, ne zaman ki, tarafların hayra alamet bir barış toplantısı beklentisi olsa, olaylar oluyor, her iki tarafın derinlerinin sabotajları patlak veriyor. Barış ve çözüm umudu avucumuzdan kayıp gitmek üzeredir. Artık uyanmalı ve uyanık durmalıyız. Politikacılar da, artık canbazlığını bırakıp, bize, saftirik insan muamelesi yapmasınlar. Ciddiyetle konuya eğilmelidirler ve bu konuda üzerlerine düşen gayreti göstermelidirler. Somalilere dikkatimizi çekmeden önce; ülkenin makûs talihini ve sebep olduğunuz bu tehlikeli halini görmelisiniz!. Çünkü Somali’den siz mesul değilsiniz; ancak ülkenin bu halde olmasından bal gibi siz sorumlusunuz. Önce sorumluluğunuzu yerine getiriniz, sonra dünyanın öteki ucundan bahsederseniz bize belki daha inandırıcı olabilirsiniz.

Göründüğü kadar, Kürt sorununun çözülmesi konusunda hükümette de iyi niyetli bir netlik yoktur; muhalefette de bir ciddiyet görünmüyor. Ordu ve PKK ise, olaya bir savaş oyunu gibi bakmakta, iki tarafta da ne bir iyi niyet veya doğru bir öngörü bulunmamaktadır. Sanki her tarafın derinleri, hala ipin ucunu ellerinde tutuyorlarmış gibi bir his uyandırmaktadır. İki taraf ta ciddi anlamda çözüm istemiyorlar sanki. Yani, Ergenekon hala aktif görünüyor gibi...

Barış ve demokrasi adına kutsal görev, sivil zihniyetli parti, örgüt, dernek, kurum ve kuruluşlara, aydın ve sanatçılara düşüyor. Demokratik insiyatif için, bir demokrasi cephesinin oluşturulması şart gibidir. Her kim, partisi çıkarına neyi konuşursa, konuşsun, daima, kafasında barışa ve demokrasiye öncelik verilmesi gerektiğini hatırda tutmaları gerekiyor. Önce toplumlarımızın çıkarı ve geleceği düşünmelidir.

Savaşan bir toplum için değil, konuşan ve üreten bir toplum için kollarımızı sıvamalıyız. Tüm halkların, eşit, özgür ve kardeş olabilmelerini sağlamak için; insan endeksli düşünmek, özgür bir insan gibi davranmak ve insanlığı kendimize şiar etmekle mümkün olabilir ancak. Mükemmel birer insan olmak için var mısınız? Öyle ise, insanlık âlemine hoş geldiniz.
Selam ve sevgiyle kalın.
Kaynak: Mardin Life
M.Nazım Güler

[email protected]

Editör: Haber Merkezi