Hayatımıza bulaşıp insanımızı birçok değerinden koparmayı başardılar. Müslüman bir toplumun hayatına İslam’ın hükmetmesi ve ilişkilerinin İslam’a göre düzenlenmesi gerekirken, onların müdahalesi her şeyi altüst etti. Onlara ait adet, gelenek ve yaşam tarzı hayatımızı yönlendirmeye başladı.

Hiçbir şekilde pazarlık konusu yapmadığımız dini hayatımızın şekillenmesine bile müdahale ediyorlar. Camilerimizde, namazlarımızda ve hatta İslami giysimizde onların istediği şekli tercih etmemizi istiyorlar. Etrafımızı kuşatan yoğun propagandalarla belleklerimize okuya okuya bizi yönlendirmeye çalışıyorlar.

Ne pahasına olursa olsun tesettüründen taviz vermeye yanaşmayan ve bu halleriyle onların dayattığı çirkefliğe direnen kimi Müslüman kadınlar, bir yerlerde ciddi bir zaaf gösterip onların istediklerini tercihe başladılar. Halkımızın İslami anlayış ve geleneğinin ürünü olan örtü yerine İtalya ya da Fransa’da üretilen, ebatı küçük, cicili bicili ve ipek cinsinden örtülere yöneldiler. Fiyatları epeyce yüksek olan Versace, Pierre cardin ve diğer marka örtülerle başlarını örtmeye çalışırken hassasiyetlerini büyük ölçüde çiğnediler.

İslam’ın ruhuyla uyuşmayan yönelişlerdi bunlar. Tesettür bilincinin sarsılmasına ve takvasının kaybolmasına neden oluyordu. Oysa bütün bunlarla, her şeyimizle uğraşan ve hayatımızı kendileri gibi geçici dünya debdebeleri içinde boğmaya çalışan Batı, bizi değerlerimizden koparma ve takvamızı buharlaştırma çabalarında epeyce yol alıyordu.

Kendimize ait olan ve onların bütün çabalarına rağmen rengini korumaya devam eden Ramazanlarımız bize moral veriyordu. On iki ayın içinde bir tane de olsa bize ait olan ve rengimizi taşıyan zamanlarımız vardı. Onların kirli elleri kutsal ayımızı kirletmeye güç yetiremiyordu. Çünkü yeryüzünün takva rengine büründüğüne; bu mübarek ayda, bu manevi atmosferde nefes alamayan şeytanların yeryüzünü terk ettiğine inanıyorduk. Doyasıya Ramazanı yaşayacak, ibadetin ve İslam’ın öz ve halis kokusunu derinlerimizde hissedecektik.

Ramazanımıza da uzattılar kirli ellerini. Her tarafı takva fışkıran Ramazanların yerine, onların hamleleriyle derin yaralar alan Ramazanlar kaldı avucumuzda. Akşama kadar pislik akan ve ahlaksızlığın istasyonuna dönüşen ekranlara taşıdılar Ramazanlarımızı. Kirli yüzlerinin üzerine her tarafı dökülen makyajlardan kapatıp Ramazanımızın çehresini değiştirmeye çalıştılar. Ramazan adına ekranlara yansıttıkları şey eğlenceleriydi. Bu kutsal aya anlam veren ve ruh katan ibadetler ve manevi iklim yerine ekranlara taşıdıkları rengârenk sofraları Ramazan adıyla gösterime sundular. Bedenlerinin önemli kısmını açan kadınlar kutsal ayı tarife kalkıştılar.

Ramazanı kabuğundan çıkarmayı başardılar. Her tarafı takva akan, Müslümanların çehresini ilahi renkle süsleyen mübarek ayı eğlence ayı yaptılar. Ramazan defileleri düzenleyip Ramazanın son kalıntılarını yok etmeye çalıştılar.

Takva ve bereket ayı, duyarsızların, bilinçsizlerin ve dünyaya teslim olmuşların elleriyle ağır darbeler aldı. Sade bir sofranın başına oturup iftarı bekleyen, dudaklarından dualar alnından nurlar boşalan Müslüman tipi yerine, lüksün ve israfın kol gezdiği, takvadan en küçük bir eserin yer almadığı beş yıldızlı otellerde Ramazanın ruhunu öldürdüler. Ramazan deyince, televizyon ekranlarındaki defileler ya da lüks otellerdeki israf ve lüksün bas bas bağırdığı iftarlarla bu mübarek ayının ruhun öldüğünü anımsatan görüntüler akla gelmeye başladı.

Oysa bize ait olan Ramazanlarda hayat vardı, sevgi ve muhabbet vardı. Yakınlarında ya da çok uzaklarda aç insanlar bulundukça elini ekmeğe uzatmaktan hayâ ederdi Müslümanlar. Yoksula ve ihtiyaç sahiplerine sahip çıkmak, açları doyurmak, çıplakları giydirmek, evsizleri sıcak bir yuvaya kavuşturmak için yarışırlardı adeta. Herkes, daha fazla sahip çıkmak, daha fazla fedakârlıkta bulunmak ve daha fazla insanın elinden tutmak için çabalardı.

Çadırlarında yaşamak zorunda kalan Suriyeli kardeşlerimiz iftarlarda sıcak bir aş bulamazken, Filistinlilerin yoksulluktan nefesleri kokarken, Somalililer bir lokma ekmekten mahrum sahur ve iftar sofralarına otururken, Adeviye meydanındaki kahramanlar bir yandan kızgın güneşlerin altında pişip diğer yandan iftarda bir parça ekmek bulmaktan yoksunken, Miyanmar’daki kardeşlerimiz açlık, sefalet ve azgınların saldırıları altında can çekişirken hangi Müslüman doya doya yiyebilir ki?

Ramazanları ruhuna uygun yaşadığımız günlerde Müslümanlar, evlerine aldıkları bir kutu tatlıyı komşularıyla paylaşmadan ellerini sürmezlerdi. Filistin’deki ya da dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanlar açken, yanı başımızdaki Müslümanları derin bir sıkıntı basar, alınlarından terler dökülür, iftar saatlerinde boğazlarından bir parça ekmek geçmezdi. Nerede olursa olsun Müslümanların çektiği sıkıntıyı derinlerinde hissederlerdi. Marifet, insanlık ve takva vardı Müslümanların hayatında…

Ramazanlarımızı kendimize ait kılmadan, değerlerimizi davranışlarımızla bütünleştirmeden ve hayatımızı İslam’la şekillendirmeden ne ibadetin zevkini tadabilir ne de Müslümanca bir hayat yaşayabiliriz. Hayatımıza İslami renk hâkim olmalı ve her şeyimizi yeni baştan İslam’la şekillendirmeliyiz. Aksi takdirde her şeyimizi alacak elimizde bir şey bırakmayacaklar…

(Hürseda Haber)

Editör: Haber Merkezi