Bugün küresel çapta bir hareket ve akım haline gelen İslamofobi İslam ve Müslümanları tehdit eder düzeye ulaşmıştır. Küresel düzeyde yayılan bu akım en başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere diğer batılı Avrupa ve Bazı Asya ülkelerinin de politikalarında kullandıkları bir yöntem haline gelmiştir.

İslam ve Müslümanlık korkusu geniş alanda yayılması ile berber İslamofobi literatürdeki adı gibi tek bir anlama gelmeyip uygulanan ülke politikasına göre farklı yöntem ve akabinde uygulamalarla kendini göstermiştir. Ancak bu yöntem ve uygulamaların kabuk itibari ile farklılıklar gösterse de çekirdek diyebileceğimiz özü aynıdır bu da İslam korkusu ve İslam düşmanlığıdır.

Eski Yunan mitolojisinde korku ve dehşet tanrısı olarak adlandırılan ve korkuyu ifade eden “phobia” hoşlanılmayan ana unsurun sonuna eklenerek o konu hakkında –istememe, nefret etme- duygularını uyandırma olarak bilinmektedir. Bu kavram içerisinde kendinden olamayanı dışlama ana amaç olduğu için bu olguyu benimseyen toplumlarda yabancı düşmanlığı ve ırkçılık duygularını harekete geçiren hisler de meydana gelmektedir.

Batılılar ve Müslümanlar arasında yegâne uzlaşma zemini fırsatı olan farklılıklar ve benzerlikler zamanla Batı ve bazı Asya ülkeleri için bir tehdit unsuru olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Bu farklılık ve benzerlikler geleneksel değerler ve dini düsturların manasına uygun yeni bir arayışın (1) başlangıcı ve birbirini anlayış zemini oluşturmanın ilk aşaması olarak görülecek yerde çağa rehberlik edecek yeni bir fikrin kalmadığı gerekçesiyle zamanın temel krizi haline getirilmiş ve daha önce bu denli var olmayan bir kutuplaşmaya ortam oluşturulmuştur.

Her ne kadar Anthonny Sullivan batı ve Müslüman dünyasındaki dinsel canlanmayı ne demokratik kurumlara ne de sosyal düzene karşı bir tehdit unsuru olarak kabul etmese de bu ortamı bulandıran aşırı grupların olduğunu da kabul etmiştir.

İslamofobi, günümüz tanımını 20. Yüzyılın sonlarında soğuk savaşın bitmesi ile yükselişe geçmiş olup 11 Eylül saldırıları ile küresel düzeyde dünya Müslümanlarına yapıştırılmış bir etiket olarak akıllara kazınmıştır. Dünyanın her neresinde olursa olsun meydana gelen her terör saldırısı ve şiddete yönelik eylemlerle İslam âlemi arasında bir korelasyon bir ilişkisel bağlantı kurulma çabasına girilmiş ama 2. Dünya Savaşı’nın galibi Batı ülkeleri benimsedikleri liberal demokrasi ile kendilerini yapılandırmışlardır.

Savaş sonrası çekildikleri sömürgelerde demokrasiyi tesis etmeye çalışırken Batı dünyasının siyasal rejimleri

Müslüman ülkelerde farklı bir tutum sergilemişlerdir; bu da ayrımcılıktır. Liberal demokrasiyi kendine uygularken çoğulcu ve farklılığı benimseyici bir rol oynarken diğer taraftan da kendinden olmayanları da ötekileştirişi ve aşağılayıcı uygulamalarda bulunmuştur. Yani her nerede olursa olsun konu İslamiyet ve Müslümanlar olunca liberal demokrasinin temel ilkesi olan hoşgörüyü unutmuş yerini ayrımcı ve dışlayıcı yönetim ve politikalara bırakmıştır.

Kendi çizgilerini belirlerken yani kendilerini Batılı olarak tanımlarken sürekli kendileri dışındakileri de Asyalı olarak nitelendirmişlerdir. Yani kendileri dışındakilerini ötekileştirerek kendi kimliklerini ortaya koyup Batılı toplumu çağdaş, medeni diğer toplulukları ise barbar olarak nitelendirmişlerdir. Bu ötekileştirmedeki temel sebep daima İslam olmuştur.

İslam gelenek ve görenekleri çağ dışı ve yaşanılamaz bir kültür olarak bilinçaltı çağrışımı inşa etmede büyük gayretler sarf etmişlerdir. Kültürel ötekileştirmede de başlangıç noktasını yine İslamiyet olarak seçmişlerdir.

Avrupalı toplumu her ne zaman dağılma riskine girdiyse tekrardan bir araya gelme ve bütün olma çözümünü İslam’ı diğerleştirmede bulmuş ve bu nefret ve ayrımcılık üzerinden kendini tanımlamaya çalışmıştır.

İslam ile Hristiyan âlemi arasındaki bu mücadele yaşanmış ancak İslam sürekli Hristiyan’lığın diğeri oluşmuştur. Haçlı seferlerine katılan toplumun çeşitli tabakalarında yaşayan insanların kalbinde nefretle ıskartaya oturtulmuştur. Böyle süreçlerde kendini parçalanmaktan korumanın paradigmasını İslam’ı hedef haline getirmekle kimliğini bulmaya çalışmıştır. Bu serüvende seyreden Batı ülkeleri düşünsel devrim diye anılan Reform’u ve sanat-teknoloji devriminin başlangıcı sayılan Rönesans’ı yaşarken ve bunu demokratik anlayışa borçlu olduğunu savunurken aynı zamanda bu dönemde İslam ülkelerinde karışıklık ve kargaşa meydana getirmişlerdir. Bu da Müslüman ülkelerin zayıflaması ve gerilemesi ile sonuçlanıp bu manzaranın geçekten İslam düşüncesi ve kültürü sebebiyle gerçekleştiğini de kendi toplumuna ve kısmen de Müslüman toplumuna inandırmışlardır.

Bütün bu ötekileştirme çabaları Batı toplumlarında kendini gösteren baskın bir duygudur, o duygu da kibirdir. Batı toplumunun bütün toplumlardan üstün olduğu düşüncesi üzerine kurulan bu sistem Batı’nın Doğu toplumlarına egemen olması anlamına gelmektedir.

Oryantalist bir düşünür kendi toplumu ile ilgili tüm hususları bilmenin yanında Doğu’ya ait de dil, din, kültür gibi bilgilere de sahip olmaya çalışması Doğu değerlerini küçümser duyguların neticesi olmuştur.

Oryantalizm, masum bir akademik ihtisas olarak gösterilse de amaç tam olarak Hristiyan misyonerliği ve sömürgeciliğidir. Yani bu düşüncenin esasında Doğu’ya hükmedip onu kendisine göre yeniden düzenlemektir. İslamofobi bilincinin oluşturulmasının altında elbette önemli nedenler yatmaktadır.

Bu nedenlerin doğuşu her ne kadar dinsel ve kültür olarak başlamış olsa da zamanla ekonomik ve siyasi nedenlere kısmen yerini bırakmıştır. Batılı ülkelerin her geçen gün kötüye giden ekonomisi sömürdükleri topraklarda kurdukları yapay terör odaklarını yine kendi geliştirdikleri yöntemlerle mücadele etmeleri adı altında oralardaki yeraltı kaynaklarına sahip olmuşlardır.

Bu yöntemle hem İslamofobi kavramını taze tutmakta hem de bu dayanaksız iddia ile ekonomilerine yeni kaynaklar katmaktadırlar.

İslamofobi’nin gündemde tutulmasının sebeplerinden biri de nüfustur. Her geçen gün artan Müslüman nüfusu ve demokratik ülke arayışları ile Müslüman ülkelerden Batılı ülkelere doğru yaşanan göçü durdurmak hem ekonomik olarak etkilenmemek hem de Batılı ülkelerdebaskın denecek bir nüfus oranına ulaşmaması için İslam ve Müslümanların bir tehdit oluşu anlayışı devam ettirilmiştir.

Nitekim zamanla tüm bu çabalarına rağmen İslam çoğu Batılı ülkelerde ikinci büyük din olmuştur. Batılı siyasi rejimlerin bu tutumu kendi toplumlarında İslam hakkında bir merak ve kimliğini belirleme arayışına götürmüştür. Bu da İslam’ı daha yakından tanımaya neden olmuş hakikatin medyatik propagandalarla çizilen resmin çok dışında olduğunu görme fırsatı vermiştir. Böylelikle Batılı toplumlarda Müslümanlık nüfusuna göçmenlerle beraber Batılı toplum da eklenerek gün geçtikçe artmaktadır.